Filistince Hayat
FİLİSTİNCE HAYAT
İnsanlığın dibe vurduğu bir asırda, bize hâlâ insan kalınabildiğini, kurtlar sofrasında kalsa da yıllardır, arzın Rabbine boyun eğen bir aslan rolünü kuşanınca, iradenin azimle zafere dönüşeceği güne dek, ormanın en ücra köşesinde bile tek yürek çarpan bir bedenin kalbi olma şerefini ve bu şerefi taşımanın izzetini, tüm ezilmiş, horlanmış, yakılmış, yıkılmış, katledilmiş, işkence edilmişliğine rağmen, damarlarında kan değil iman akan, ölüme bir yok oluş değil, gümrah toprağa bırakılan bir tohum gibi bir ölüp bin dirilen, insanlık silsilesinde ümmetin vefasını, istikrarını, yılmayışını, gözü kararan, gönlü taşlaşan, eli kanlanan, bir topluma karşı, ezelden ebede sürmekte olan bir hak-batıl mücadelesinde Peygamber’inin safında kalıp Peygamber katilleri ile yaptığı mücadelede, kadını, erkeği, ihtiyarı, çocuğuyla bizden öncekilerin neler çektiğini bize canlı şahitler olarak sunup imanın sözde değil, özle olacağını, eğer bir filmse hayat, en büyük ödüle layık bir filmde nasıl başrol alınacağını, tüm dünyaya bela olmuş, en azgın insan nesline karşı taşla bile mücadele edileceğini, tıpkı Hz. Muhammed gibi atılan toprakla nasıl gözleri kör olduysa Mekkeli azgın neslin, bu asırda da taşla kör edilebileceğini, daha gözlerini açarken veya emeklerken, buluğa bile ermeden ölecek çocuklar doğurmaya hazır bir anne, ekmeğini taştan değil, topraktan hatta magma kadar kızıla boyanmış kanlı bir topraktan, fabrikadan değil enkazdan çıkarmaya çalışırken, kanatlarını devasa açan ve tüm yetimleri kanatlarının altına almak ister gibi yavrusunu arkasına alarak saklamaya çalışırken, gözü önünde, canının canını teslim edişini ve daha gördüklerinin belleğini kapladığı anda canını evladının canına eş edip nasıl Rabbe şikâyet ettiğini ve “Hangi suçtan dolayı öldürüldü?” sorusunu duyar, görür, anlar mısın ey insanlık? Sen bütün bunları seyrederken hâlâ insan mısın?
Ya sen ey Filistinli anne! Bize bu nasıl bir aşktır anlatır, öğretir, belletir misin? Evsiz, ocaksız, mutfaksız, fırınsız, kapsız nasıl yemek pişirilir? Nasıl karın doyurulur? Ne giyilir? Nasıl temizlenir? Nasıl uyunur, anlatır mısın? Biz klima serinliği ararken güneşin sıcağında, yüreğin sıcağı nasıl serinletilir? Biz sofralar donatıp tıkınamadığımızı dökerken, nasıl günlerce bir kuru ekmeğe talim edilir? Biz kırılmaktan, kaygıdan, korkudan, işten, aştan, eşten, güzellikten vazgeçemez, geyik muhabbetleriyle vakit öldürürken, barınaklarda, yastıksız, yorgansız nasıl uyunur? Tanklara karşı nasıl yürünür? Bir kuytu köşede narkozsuz, dikişsiz, neştersiz, ebesiz nasıl doğum yapılır? Yaralar pansumansız, ilaçsız nasıl sarılır, öğretir misin? Bir eş, bir evlat, anne-baba nasıl toprağa sessizce bırakılır ve sonra nasıl umutla, bitmeyen, solmayan, kırılmayan bir coşkuyla tekrar anne olunur? Dağların taşıyamadığı bir yükü bir insan nasıl taşır? Dile gel de söyle, anlat ki bilelim, bilmeden buluşursak mahşerî kalabalıkta, yüzüne bakacak yüzümüz, elinden tutacak elimiz yok, bizi gafletten çekip çıkar. Biz ümmet kadınları senden af dileriz!
Ya sen ey Filistinli baba! Senin hiç mi yıkılmaz, sarsılmaz bedenin? Sen; zevk, sefa, şehvet, para, spor, eğlence, kumar, içki nedir bilmez misin?
Ya politika, kavga, entrika, yalan, dalavere yazmaz mı senin kitabında? Sen bir dev misin ki, ümmetin bunca erkeği zevki sefasında lale devrini yaşarken, bir tek sen mi kaldın mazlumlar adına yumruğu havada sallamakla kalmayıp slogan atmakla avunmayan? İnternet karşısında cama yapışıp kalan bir sinek kadar aciz, hani “İsteyen de aciz, istenen de” dediği gibi Rabbin, ham hayaller, kof bir hurma kütüğü misali liderler eşliğinde, uygun adım marş yürüyen onca müsvedde erkeğe, nasıl emanete ehil olunur, nasıl adam gibi adam yani Âdem olunur, öğretir misin?
Ve sen ey Filistinli genç, Filistinli çocuk, kundaktaki bebe! Sahi hiç beşik mevlütün oldu mu? Süslü yatakların, dolaplara sığmayan giysilerin, kırılıp yenisi alınan, oynanmayıp köşelere yığılan oyuncakların, hortlaklı, kurukafalı, iskeletli, vampirli tişörtlerin, yırtık pantolonların, küpelerin, hızmaların, makyaj çantan, manikürün, pedikürün, perçemlerin, takımın, ya face’in var mı senin? Bana da son video kaydını gönderir misin? Ya arkadaş listeni, en son chatte ne yazdığını? Kimi dinlerken uykuya daldığını? Kimin aşkı ile yandığını, bana izah edebilir misin? Bileyim! Genç olmanın, ergen, çocuk ve bebek olmanın Filistincesini tarif eder misin? Söz senin! Eylem senin! Dava ise hepimizin. “Sen mazlumsun,” bize dua et. Dua et ki dirilelim, şükür ki henüz ölmedik! Lailahe illallah diyerek, iman üzere ölebilelim!
Hatice Dilek Öztürk
- Published in Makalelerim
Diliniz Eşek Arısı Mı?
DİLİNİZ EŞEK ARISI MI?
Belgesel seyretmeyi sever misiniz? Ben çok severim, izlerim, izlemenizi de tavsiye ederim. Gürültü yapan da her fırsatta ağzını bozan da bozmayıp içinden yedi sülalesine edep dışı davranan da çok. Sen ağaçkakan gibi lafı çakma, olsa olsa haksızlık karşısında “Allah için” kükrerken bile asaletin olsun. Kimsenin soyuyla sopuyla değil, suretiyle değil kalbiyle bağ kur. Söylediklerin yürekten çıksın, müjdelesin, nefret ettirmesin; kolaylaştırsın, güçleştirmesin. Cennete çekmekse hedefin, cehenneme itmeyesin.
Eğer tavuk kadar zahmetli bir işi başarı ile tamamlamış, altın yumurtlamışsanız, ses çıkarıp ilan edebilirsiniz, değilse susun. Şamata yapmayın. Yılan gibi sadece düşmana saldırıp onu sokun ya da boğun. Fakat dostların zehrini, “kol kırılır, yen içinde kalır” misali yutacaksanız, kıvrım kıvrım hayat deresinde bazen toprağın altında, bazen üstünde yol alın. Eğer kartal gibi bakışlarınız keskin ise, yüksek uçun; birkaç adımlık mesafe için kanat açıp kaz olmaya çalışmayın! İnsan olduğunuzun farkına varıp azaları tam kapasite kullanarak hedefe varmaya odaklanın. Polen toplayın arı gibi, dans edin, yön gösterin dostlarınıza. Tavşan gibi zıplayarak, şempanze gibi sallanarak ömür tüketmeyin. Köpek gibi kulakları dikin, kurt gibi havayı soluyun, deve gibi çöle hazırlık için karınca misali çalışın, ipek böceği gibi dokuyun. Aslan gibi kükremeniz gereken yerde, kuzu gibi baş sallamayın. Gerekirse koç gibi boynuz, gerekirse at gibi çifte atarak ya da timsah gibi bataklıkta bile batağa batmadan, kelebek kadar zarif dokunuşlarla kötülükleri önleyin ki, sizi tanıyanlar “Hayatımın rengi değişti” desinler.
Uğur böceği gibi hafif olun, yük olmayın. Puanlarınızdan ona da puan kazandırın. Vakti gelince uçmanın, hem havayı hem karayı kullanmanın zevkini anlatın.
Tüm fırsatları en iyi şekilde değerlendirip gerekirse köstebek gibi kazmanın, leylek gibi hicretin kıymetini bilin. Ama eşek gibi güzel gözüm, yüzüm, bedenim var diye, ilimsiz çirkin sesler çıkarmamak için kendinizi eşek sanıp kitap yüklenmeyin. Onca kitabı okumadan önce Kur’ân’ı okuyun. Anlayın, şakıyın! Öğrendiğiniz ilahî bilgiler yükünüz değil, azığınız olacak, yüreğiniz beslenip canlanacak, kanlanacak, unutmayın.
Hatice Dilek Öztürk
- Published in Makalelerim
Biri Bana Beni Anlatsa
BİRİ BANA BENİ ANLATSA!
Dersin adı hayat ve ben bilmediğim, tanımadığım bir gezegene bırakılmış küçücük bir zerre isem, zamanla bir şekilde şekillenmiş, büyümüş belli yeteneklere, güce, idrake erişmişsem bütün bunların bir anlamı olmalı. Ve elbette beni buraya bir amaç için gönderenin kim olduğuna, ne için gönderildiğime kafa yormalı.
Yoranlar birer yıldız olup gittiler. Sormuş olmak için değil, bilmiş olmak için sordular. Bilmekle değil, yapmakla onur duydular. Yapamadıklarında mazeret değil, dağ gibi ruhsat vardı ellerinde; çoğu zamansa canlarına bile kastedilse, ölümü düğün gibi algılayıp “An bu an, vakit geldi, şimdi kazanmak lazım!” deyip bindiler şahadet füzesine, cennete kilitlendiler.
Dersi Yaradan’dan aldılar, Peygamber’le zor sorulu testleri başarıyla tamamlayıp cennet Yerleştirme Sınavı’ndan tam puan alarak adlarını Arş’a yazdırdılar. İnsan ve cin şeytanları, düşmanları; salihler ve melekler sadık dostları oldu. Yoruldular, terk edildiler, ağladılar, zaman zaman güldüler fakat ne gevşediler ne üzüldüler. İnandıkları için hep güçlüydüler!
Ey kendini bulmak, kendine yeten bir ben olmak isteyen sen! Kalk ve bundan böyle uyarılara kulak ver, kork. Hard diskine format at, geri dönüşüm kutusundakilere ihtiyacın yok, mesaj kutunu boşalt, listene, dostlarına yeniden göz at; ekranda bir uyarı var, dikkatle oku. Cennete gitmek istediğinden emin misin? Cehennem davetçilerinden gelen tüm yolları engelle. Safını belirle, arada kalanlar ya Araf’ta kalacaklar ya da baş aşağı yuvarlanıp ateşe dalacaklar. Bu anlattığım bilgisayarda oynanan, hilelerle dolu sanal bir oyun değil. Eskiden oyun çağı diye bir kuşak vardı, atalarımız meşru da bulurlardı oynayanı ve oynananı. Çünkü çocuktular. Ya şimdi. Koca koca adamlar oynuyor. Oynadıkça küçülüyor, küçüldükçe cismi hormonlu gibi şişiyor, beyni trafo merkezi, bağlantı hatası yapıp geceyi gündüz, gündüzü gece algılıyor. Soluk benizli, keskin bakışlı, fevri çıkışlı, uyuşuk, dilini anlamakta zorlanacağımız bir ucube çıkıyor akşama doğru şehrin sokaklarına. Birinin bana neler olduğunu, bu yaratığın kim olduğunu anlatması için etrafa bakınsam da anlatacak kimseyi bulamıyorum. Öyle çoklar ki, “Gençliğim, zavallı gençliğim” deyip ağlıyor ve işte böyle zavallı gençliği yazmaya koyuluyorum. Belki hâlâ bir yerlerde, birilerine onlar ulaşmadan ben ulaşabilir miyim diye…
Hatice Dilek Öztürk
- Published in Makalelerim
Hüzün Bizim Zulüm Sizin İşiniz!
HÜZÜN BİZİM ZULÜM SİZİN İŞİNİZ!
Hüznü seviyorum!
Çok albenili,
Çok mütevazi,
Çok özel bir lezzet gizli içinde.
En şen, en görkemli, en güçlü olunduğu düşünülen anlarda bile
Dünyanın geçiciliğini,
Her an her şeyin değişebileceğini,
Bir bakış, bir söz, bir sitem, bir eylemin,
Nasıl her şeyi ama her şeyi değiştirebildiğini,
Kalmak mı gitmek mi,
Susmak mı konuşmak mı,
Devam mı tamam mı demeye bile kalmadan,
Sahnenin bir anda değişebilirliğini görmek, solumak, tatmak.
Burası dünya!
Burada her istediğim olmayacak!
Bura da mahrum kaldıklarım,
Mahrum edilmekle tehdit edildiklerim,
Yahut mahvedilmek istenircesine bombardımana tutulduğum,
Gözümün dolduğu,
Gönlümün kor gibi yandığı,
Belimin kırılmış,
Elimin felç olmuş gibi katılaşıp kaldığı demlerde,
Ne kadar derin bir fayın kırıldığını,
Artık değil artçı,
Öncü deprem bile yaşamaktan nasıl yıldığımı,
Defalarca yaşamış olduğum depremleri hatırlamanın ağırlığı ile,
Hüznün eteklerinden tutup bürünüyorum.
Kimsenin bilmediği, görmediği, duymadığı bir kuytuya çekilmeyi,
O an en erdemli iş sayıyorum.
Ve işte hayat bu diyorum!
Ve asırlar öncesinde Rabbine kavuşan Peygamberime:
‘İstiyorum ya Rasul Allah! Dünya onların Ahiret bizim olsun!’ diyorum.
Kahkahalarla gülüp eğlenmektense,
Zulmedenlere ortak olup yürek dağlamaktansa,
Elinden gelmeyecek şeylerden dolayı bile sevdiklerimi suçlayıp,
Canını acıtmaktansa,
Poz vermek kadar kolay, söz vermektense,
Kıymetin kıymetini bilmemektense,
Ne istediğimi bilemediğimden, etrafımdakileri kahretmektense,
Anları, duyguları, ümitleri, ortak idealleri, başarılabilecekleri,
Bir çırpıda yok sayıvermektense.
Hüznü, hüzünlenmeyi,
Hüzünlü bir yüreği Rabbine döndürüp,
Hadi anlat,
Hadi söyle,
Hadi iste,
Sessiz sedasız,
Sadece O’ndan iste!
O seni tanıyor.
O seni biliyor.
Hele de O seni seviyor diyebiliyorsam.
Hüznü seviyorum kardeşler.
Bana ihanetleri, bana acıları, bana zulümleri,
Bana dünyayı küçük mü küçük gösteriyor.
Ve ben küçücük dünyam da,
Kocaman bir dünyayı kazanmanın umuduyla,
Tüm hatalarım, acziyetim ve istiğfarımla,
O’ndan ‘hüznümü satın almasını’,
Dünya ve ahiret afiyetini diliyorum.
Bizi güldüren ve ağlatan sensin Rabbim!
Razı olduklarınla ve razı olduklarına gülümsemeyi,
Razı oldukların için ve razı olduğun anlarda ağlamayı,
Bize öğretmeni diliyorum Rabbim.
Bize yaşamayı öğret!
Çünkü ben:
Yaşayan bir ölü olmak istemiyorum!
Amin!
Hatice Dilek Öztürk
- Published in Makalelerim
Dağların Taşıyamadığını Taşımak
DAĞLARIN TAŞIYAMADIĞINI TAŞIMAK!
Bunun için cansız değil, canlı olmak gerek kardeşler.
Bunun için sıradan değil sıra dışı olmayı bilmek,
Bilmekle kalmayıp irkilip kendimize gelmek,
Ne olmuştu? Nasıl olmuştu?Peki neden?
Diyebilmek gerek.
Çok soru sormak gerek nefse ve çok cevap almak gerek yürekten.
Çok dinlemiş olmak gerek her hikmetli sesi,
Çok uzak durmak gerek zilletten ve şirretten.
Durmak gerek!
Dimdik kale gibi ayakta.
Gerekirse günlerce susmak ama vazgeçmemek,
Ama pes etmemek gerek.
Hamdım piştim diyebilmek için, ateşle dağlanılan anlarda,
Sukutun serinliğinde, imanla yanmak gerek.
Anmak gerek her an, her yerde O’nu!
Safiyane bir dille içten kopup gelenleri,
Gözyaşları ile paketleyip zatına sunmak gerek.
Göze yaş, dile dua, kalbe sızı getirenleri,
Bir bir saymak, dökmek gerek secdeye.
Sormak gerek bilenler üstü bilene,
Kişiye özel cevapların şifrelerini çözmek için,
Kapanmak gerek kitaba,
Ve açılmak gerek kitapla.
Fezaya çıkmış gibi, sanki konuşmuş gibi,
Sanki ölmek üzere olduğunu anlamış gibi af dilemek gerek.
Af Rabbim Af! diyerek
Gereği gibi kul olamadığımızı itiraf etmek gerek.
Affedilmek umudunu diri tutmakla birlikte,
Fırtına da sallanan tek kişilik kayığımızda, batıp gidenlerden olmamak için,
Küreklere çok sıkı asılmak gerek.
İzlendiğimizi, dinlendiğimizi, çok sevdiğimizi ispatlamak için,
Elimizin erdiğini,
Dilimizin döndüğünü,
Gücümüzün yettiğini yükleyen bir Rabbe kul olmanın ferahlığını,
Tüm benliğimize içirmek gerek.
Susayan, acıkan, korkan, arzulayan,yorulan, bıkan nefsin kangren olmuş uzuvlarını,
Bir kartal kararlığıyla koparmak, kesmek, budamak gerek.
Ve sonra yükseklere yükselmek için,
Yüksek idealleri kuşanmak,
Takva azığı gagamızda,
Sabır zırhı pençemizde,
Parıldayan yepyeni tüylerimizle yükselmek,
Yükselmeye niyetlenmek,
Rüzgarı ardımıza,
Yağmuru mataramıza,
Kardeşlerimizi etrafımıza toplayıp,
Ben geldim diyebilecek cesareti göstermek için,
Bu dünyanın albenisine gözünü yummak,
Ufka hipnozlanıp,
Kanat çırpmak gerek.
Acı mı? Olmak zorunda,
Hüzün mü? Benim süsüm,
Tevekkül mü? Demirbaşım,
İman mı? Yol arkadaşım demek,
Dağları un ufak eden doğrularla,
Damarımıza kan, dilimize ferman,gözümüze nur, kalbimize sürur yükleyip,
Dingin, emin, halim ve cesur olmayı kanatlarımızda toplamam gerek.
İşte ancak o zaman,
Kolayı kolay olan kitabımızdan öğrenip,
Hayırlı işlerde aceleyi,
Zor işlerde pes etmemeyi,
Zorun zorluğu haram oluşundan mı yoksa deyip,
Helali haramdan ayırt etmeyi,
Çok ama çok iyi başarmak gerek.
Niye mi?
Salih amel işleyenler ancak kanat çırpmış olacak,
Ve sonra cennette Hüdhüd’le buluşacak,
Kusva ile dertleşecek,
Kıtmir’le sohbet edebilecekte ondan.
İnsanlık ailesi adına insanca eylemlerde bulunmadığımızda,
Bir kuş, bir deve, bir köpek bile hayvanlık yarışında ipi göğüslemişken,
Ben niye, neden, nasıl başaramam dememiz gerekmez mi?
Ve bu halden imtina edip,
‘Tamam yeter artık!
Ey şeytan ve ey nefis düş yakamdan!’ diyebilip,
Hep birlikte kanat çırpmayı istiyorum,
Vakit şimdi!
Mevsim Sonbahar!
Ümmetçe Rabbimize göçelim mi?
Hatice Dilek Öztürk
- Published in Makalelerim
Bugün O Gün Olsaydı!
BU GÜN O GÜN OLSAYDI!
Evet bu gün o gün olsaydı ne yapardınız?
Ya da ne yapmazdınız?
Bu günü diğerlerinden farklı kılmak için, bu güne dek yaptınız?
Ne yaptıysanız yaptınız aslında.
Bence önemli olan ne yapmadığınız?
Öyle ya, bu güne kadar neler yapmadık ki?
Korkulası, acınası, üzülünesi, unutulası, kahredilesi işler mi bunlar?
Yoksa sevinilesi, onur duyulası,
Mutlu olunası, coşulası, hatırlanılası işler miydi?
Eğer hatırladıklarınız içinizi ezdi ise,
Gelin sizinle koyu bir sohbete dalalım.
Dipsiz kuyularda gibi davranmanın anlamsızlığının anlamını kavrayıp,
Sarılalım sımsıkı birbirimize,
Tutalım ve kaldıralım!
Ve sonra ışıkları yakalım kardeşler.
Farz edelim ki dünya evine yeni girdik.
Karanlıktan çıkmanın tek yolunun,
Aydınlığın tuşuna basmakta olduğunu anlayalım,
Anlatalım, bıkmadan usanmadan anlatalım.
Elbette dinlemek isteyene kardeşler.
Zorbalık bizim nemize gerek.
Biz biz olalım dilimizin döndüğünce uyaralım.
Hani belki dinleyen, belki anlayan, belki anlamak isteyen olur diye.
‘Yok eğer;’Ne münasebet ben hiç pişman olacak iş yapmadım!’ diyebiliyorsanız,
Sizi gıpta ile anıp, herkese anlatalım.
Ve ‘Bunu nasıl başardığınızı bir gün sizden dinleyelim!’ diyeceğim kardeşler.
Fakat biliyor musunuz?
Pek inandırıcı gelmedi desem bana kırılmazsınız değil mi?
Hani daha önce de söylediğim gibi, ben dostum kardeşler.
Dostun dostuna faydası olabilsin diye,
Gelin biz bu dünyada, birbirimizi ‘gerçek dost’ seçelim.
Gerçek dost yalnız kendini düşünmez,
En az kendi kadar dostunu da düşünür.
Hatta dostunu, kendine önceler kardeşler.
Öyle ucuzlatmaya yahut indirime gidilmemeli böylesi kavramlarda,
Bunlar çok önemli gerçekler.
Laf değil icraat ister.
Canı cana katmak ve Canana öylece varmak için,
Terk etmeden ve darılmadan,
Küsmeden ve nefsi için kızmadan,
Onun her daim yanı başında olmak, bunun için azami gayret etmek ister.
Öyle uzak ta bir köy var tarzında, dost olunmaz!
Dostluk vefa ister, ter ister, yürek ister kardeşler.
Her şeyi yapın demeyeceğim, hakçasını yapın!
Ama lütfen siz siz olun,
Dostluğun da içini boşaltmayın kardeşler.
İçi boşaltılacak bir şey varsa o da; düşmanlık, ihanet, zulüm bohçamız olsun.
Gelin bundan böyle, ne gelin, ne de güvey olun kardeşler!
Bu düğün bizi ecele götürür.
Götürdüğü yerde de bırakır.
Sonra oracıkta, yapayalnız kalıveririz kardeşler.
Bu günden sonra düşmanı dosttan ayırt etmeyi bilelim,
Baltayı kime ve ne zaman indirdiğimize dikkat edelim.
Biraz olsun insafa gelip, ürpermeyi bilelim!
Gerçek dosta yol almakta olduğumuz şu dünyadan,
Olması gerektiği gibi göçmenin şifrelerini birlikte çözelim.
Her gün başlı başına bir değer aslında.
Üstelik kuyruksuz, diplomasız, emeksiz.
Bize bedavadan sunulmuş, binlerce değer varken hayatımızda,
Görmedim ,duymadım, bilmiyorum diyen hayvancağızı,
Taklit etmeyelim.
Bu masal eskidi kardeşler!
Modası geçeli çok oldu.
Artık modası geçmeyecek olanı seçip,
Ebediyete göçerken giyeceğimiz kefenin sıradanlığını bari hatırlayıp, kendimize gelelim.
Ve aklımızı başımıza devşirelim!
Bizler nasıl oluyor da, bize verilen onca değeri,
Bu kadar kolayca harcayıveriyoruz.
Sahi harcadığımız kim ve ne ki?
Biz ve hayat mı?
Hayatta bizi bize getiren,
Bize bizi sevdiren,
Bizden bizi kurtaran kimler ve neler desem, neleri sayabilirsiniz ki?
Allah ve İslam değil mi kardeşler?
Hadi bu kez de ‘Yok canım sen de!’ dediğinizi varsayalım.
Biraz da bunun üzerinde duralım ve konuşalım kardeşler.
Milyonda bir olasılıkta verseniz haklılığıma,
Sizden biraz zaman istiyorum.
Diyelim ki ölümü yok saydınız ya da yokmuşçasına yaşadınız.
Ölüm treni gelmeyecek ve bizi alıp götürmeyecek mi gerçekten?
Kaçış var mı yani?
Yok deseniz de demeseniz de artık ben söze giriyor,
‘Var kardeşler var!
Ölüm var!
Ama kaçış yok!’ demek istiyorum.
Sözünüzü suni falan değil, inanın hakiki balla kesiyorum.
Gayemse bir parmak bal çalıp ağzınıza gitmek olmadı hiç, bu güne dek.
Varsam varım dedim, yoksam yokum!
Bunu bu kadar net söylemesini istedim herkesin de daima.
Hem de bizzat yüzüme.
Kendimizi ya da birilerini kandırmaya ne hacet ki kardeşler?
Kanmak ta istemeyiz, kandırmakta, kandırılmakta.
Zaten kandıranın kendini kandıracağı Kuran’la sabit değil mi?
Öyle ise gelin başımızı ellerimizin arasına alalım,
Ve düşünelim , düşünelim , düşünelim kardeşler.
Öldükten sonra, hala neleri yapmış olmayı isterdik?
Öldükten sonra, kimden ya da kimlerden kaçmak isterdik?
Öldükten sonra, nerede yaşamak isterdik?
Öldükten sonra, kimi ya da kimleri görmek bile istemezdik?
Öldükten sonra, geriye gönderilsek, geridekilere en çok ne söylemek isterdik?
Öldükten sonra, geridekilere ne bırakmak isterdik?
Öldükten sonra, nasıl anılmak isterdik?
Öldükten sonra, kiminle ya da kimlerle aynı yerde olmak isterdik?
Öldükten sonra, ya rütbemizin ne olmasını isterdik?
Öldükten sonra, neleri, neden, ne için yok etmek isterdik?
Öldükten sonra, ilk ne söylemek isterdik?
Öldükten sonra değil kardeşler!
Bütün bunları ölmeden önce düşünmezsek eğer,
Yanmışız, mahvolmuşuz, bitmişiz demektir aslında.
Sizce de öyle değil mi?
Ölmeden öleceğini bilip ona uygun hareket etmeli.
Yoksa biliyor olmanın ne anlamı var ki?
Hatice Dilek Öztürk
- Published in Makalelerim
Nefis, Vicdan, Şeytan Üçgeninde İnsan!
NEFİS-ŞEYTAN-VİCDAN ÜÇGENİNDE İNSAN
İçimizdeki üç ses:
“Hepimiz her an seçim yapmaktayız, farkında olsak da olmasak da hep karar anları yaşadığımız anlar. Bazen sözün bittiği, duyguların kütleştiği, düşüncelerin serseri mayın gibi sağa-sola savrulduğu anlar vardır. Birileri fütursuzca sizin adınıza, sizin yerinize kararlar alıyordur ya da almaya çalışıyordur aklı sıra. Kulağınızı tırmalayan buyurgan bir sesle hükmeder, hükmetmek ister adeta tüm varlığınıza. Siz ise orada öylece seyrederken olan biteni, yüreğinizde fırtınalar koparan anları ilmek ilmek dokursunuz Rahmân’a sunacağınız dilekçenize… İyi ki sen varsın, bilirsin bildiğini unutmazsın, görürsün görmediğini iddia etmezsin, duyarsın hiç çıkmayan, çıkamayan yakarışları bile dudaklardan yahut yüreklerden. Sen korur kollarsın, verir ama istemezsin. Çünkü sen, ihtiyacı, aczi olmayansın. Oysa biz kulların öyle miyiz…”
“Ağzımızı açmaya görelim. Ne kadar da öylesine çıkar kelimeler. Yağmur gibi yağdırırız istediğimizde harfleri fakat yağan kurşun gibi deler yürekleri… Bakışlarımız ezip geçer karşımızdakini. Hani bir sinek olsa karşısındaki, cama yapıştıracakmış gibi… Sesimiz gök gürültüsünü andırır. Saatlerce dinmeyecek bir fırtına eser ortalıkta… Ve savrulur ne varsa etrafa. Tıpkı ağzından yılanlar dökülen masal kahramanı gibi sokar bedeninizi her kelime. Ya sonra… Ağlamaklı bir ses düşer ahizeme, “Artık dayanamıyorum, içim parçalanıyor, kulaklarım yanıyor duyduklarımdan,” “Yıllarımı verdim ben” serzenişleri. Gün geçmez ki bu tür bir telefon almayayım. O an beynimde şimşekler çakar adeta. Bu kadar empati çok mu dersiniz? Bir bilseniz, duysanız insanın insana reva gördüklerini. Hoş bilirsiniz ya benden belki de daha iyisini. Ben yine de söylemeden geçmeyeyim hissettiklerimi. Neyi paylaşamıyoruz bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki hayatı paylaşamadığımız kesin. Tutkular, egolar, hırslarımız, öfkelerimiz, sapkınlık ve taşkınlıklarımız kısaca. Rağmen bir hayat bizimkisi. Kitab’a, Peygamber’e, akla, kalbe inat yaşıyoruz her şeyi. Biliyoruz ama sindirmediğimiz bilgiler yarı yolda, ilk durakta rotadan çıkarıyor bizi. Oysa caydırıcılar tek tek sayılmış İlahî Kelâm’da. Nefsanî arzulara, özellikle kadınlara ve oğullara, altına ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük dünyanın geçici menfaatleri. Değer mi ebedî bir hayatı, ebedî bir hayat arkadaşını, minicik, savunmasız bir yavrunun serçe kuş yüreğini, anneyi, babayı ve kardeşi ezip geçen sığ akılla verilmiş üç kuruşluk bedeller uğruna yorgan yakmaya? Heyhat yakıyoruz. Çünkü biz haddi aştık!
Bırakın kulların hakkını, üzerindeki Rahmân’ın hakkını hiçe sayandan ne beklenir! “Çıkmadık candan umut kesilmez!” demekten başka bir şey gelmiyor aklıma.
“Ne yapmalı ve nasıl yapmalı ki, devam eden hayatın yükü omuzlarımızı çökertmesin. Hemen sol elinizi kaldırıp beş parmağınızı açın göz hizanızda. Sonra sağ elle başlayın tek tek parmaklarınızı saymaya. Bir; “Beni üzen, bana hayatı zindana çeviren bu insanı ben yaratmadım.” İki; “Rızkını ben vermiyorum.” Üç; “Bana hesap vermeyecek.” Dört; “Ben öldürmeyeceğim.” Beş; “Ben diriltmeyeceğim.” Yeterli sanırım bu saydıklarım. “Bugünden sonra kimseye bekçi olmayacağım” diye bir söz verip kapatın elinizi, yürüyün dosdoğru yolunuzda.
Ben, insanda üç tür iç ses olduğuna inanıyorum. İşin en dikkate değer yanı, her üç sesin de bizim sesimiz olduğu yanılgısına kapılmamızdır. Yani içimizdeki benin sesi bunlar. Bir; Fıtrattan gelen “Rahmânî ses.” Yani vicdan dediğimiz, bize daima doğruları fısıldayan ses. İki; vesvese denilen “Şeytanî ses.” Hep kötü ve çirkin işlere davet eden ses. Üç; yaratılışta bize insan olmak hasebiyle verilen, seçme yetkisi olan, iyiye ve kötüye meyledebilen “nefsanî ses.” Nefsimizi eğitir, onu daima iyiye yönlendirirsek, fıtratın sesiyle birleştiğinde şeytanın fısıltısı sadece bir vesvese olarak kalacaktır.
Her şey burada düğümleniyor. Eğer bizler, şeytanın Rahmân’la yaptığı konuşmayı hatırlar ve salih bir kul olursak, şeytanla ancak mücadele edebileceğimizi de biliriz. Çünkü şeytan, “Onların hepsini azdıracağım” derken, “Senin salih kulların müstesna” diye bir kayıt düşmüştür. Onun bize yaklaşma yolları olan dört yolu kapatırsak, bambaşka bir çığır açmış oluruz hayatımızda. O, önden yaklaşıp ahireti uzak gösterirken, bizi gelecek kaygısıyla korkutur. Ardınızdan yaklaşır, geçmişin yüklerini her daim belleğinizde taşıtır. Ne kadar eskiden yaşanmış da olsa, attırmaz yüreklerinizden siz atmaya çalışmaz ve başarma yolları aramazsanız. Sağınızdan yaklaşır ki, kendinizi bir şey sanın ve kibrinizle aldanın. Güzel amellerle övündürüp daha güzelini yapanı görmezden geldirir sinsice. Oysa dünya söz konusu olduğunda nasıl da tersine işletir sistemi ve hep daha lüksünü, daha fazlasını istetir hırslarına esir olana. Ve soldan yaklaşır. Sen bittin, sen mahvoldun, seni artık -ne kul ne Allah- hiç kimse affetmeze inandırır ve umutsuzca batağa daha çok saplanır kalır insan. Yani hep bir mücadele; ya zafer ya hezimettir aslında her aldığımız karar. Çünkü biz iki dünyaya inananlar olarak eğer ahiret öncelikli bir hayatı yudum yudum içmeye talipsek tüm acılara rağmen son güleni oynayabiliriz ve bilin ki ahireti satın almak için mücadele edene Rahmân, dünyayı promosyon olarak sunacaktır.
Hatice Dilek Cengiz
- Published in Makalelerim
Kendinizle söyleşiye Var Mısınız?
KENDİNİZLE SÖYLEŞİYE VAR MISINIZ?
Kendinizi hiç dinler misiniz?
Kendinizi tanıyor musunuz?
Peki ya kendinizle barışık olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Kendi kendinizle buluşup şöyle güzel,
Yıpratıcı olmayan, verimli bir sohbete dalıyor musunuz?
Bunu hiç yaptınız mı bu güne dek?
Yoksa hep kaçtınız mı kendinizden bile?
Ne dediniz size?
En önemli anlarda onu konuşturdunuz mu?
Yoksa hep, diline biber sürerim tarzı tehditler savurdunuz,
Ya da duymamak için iç sesinizi, kıstınız mı?
Ona hep hor davranmanın bedelini ağır ödeseniz de,
Hala ders almadınız mı?
Sahi siz kim?
O kim?
Siz ayrı, o ayrı telden mi çalıyor?
Buna inandınız mı?
Kim inandırdı sizi?
Hiç durup baktınız mı oraya?
Ta içinize, en gizlinize bir yolculuk yaptınız mı?
Uzaktan seyreder gibi hiç yaptınız mı kendinizi?
Deniz gibi dalgalandığınız, durulduğunuz, kabardığınız, karardığınız anları fark ettiniz mi?
Yahut yakamozların pırıl pırıl parladığı bir gece şölenine katıldınız mı?
Güneşin yakmadığı nefis bir gününüzde, uçsuz maviliğinize daldınız mı?
Halleştiniz mi?
Dertleştiniz mi?
Paylaştınız mı neyiniz varsa kendi kendinizle?
Yoksa hep köşe kaçmaca mıydı bu güne dek oynadığınız oyunun adı?
Sahi yorulmadınız mı?
Ya o yani siz, sizden bıkmadınız mı?
Siz onu anlamak için uğraşırken,
Onun hala pes etmediğini gözlemlediğinize göre,
Sizin size dost olmaktan başka çareniz olamayacağını hissetmediniz mi?
İnsan kendine bunu niye yapar?
İnsan en iyi kendine yanlış yapar demeyesiniz sakın!
Niyesini düşünmek ve artık bu yanlışa bir dur demek vakti gelmedi mi?
Geldi de geçiyor bile değil mi?
Hadi artık dönün evinize!
Bırakın şimdi vatan kurtarmayı,
Dünya emredildiği gibi dönüyor,
Kainatta canlı cansız herkes,yapması gerekeni mükemmel yapıyor,
Biz insanoğlu dışında, her şey ve herkes olması gerekeni harfiyen yapıyor değil mi?
Ya biz?
‘Bu kainat sınıfının yaramaz öğrencisi olmaktan ne zaman vazgeçecek,
Ne zaman aslımıza döneceğiz diye sormanın vakti gelmedi mi kendinize?
Sorun ve alın cevabınızı?
Bu güne dek durduğunuz kabahat!
Kalkın ve düşün yola!
Konuşun, tanışın, kaynaşın kendinizle.
Sarılın iç beninize ki içiniz ferahlasın!
Söndürün yanan ocakları elbirliği ile.
Olsun deyin!
Geçti! Gitti! Bitti deyin!
‘Ama bak gelecek hala gelecek!
Göreceksin deyin!
‘Ve sen artık acele etmeden beklemeyi bilmelisin!’ deyin ona!
Sevin, hoş ve kibar davranın,
Artık dost olmanın keyfine varın.
Ve sonra gerçek dostu anlatın.
Hiç bir zaman terk etmeyen ve darılmayanı.
Yaratanı, yöneteni, davet edeni anlatın ona.
Cennet deyin, Peygamber deyin, Vuslat deyin!
Sonra ‘Artık düşünme!’
‘Düşünmen gerekenden başkasını!’
‘Bakma geriye , pes etme, küsme kendine!’ deyin.
Tutun sımsıcak elinden onun yürüyün.
Ta ki huzura dek,
Bedenimizle birlikte başaracağız, başarmalıyız,
Başarmak bizim yani senin ve benim elimde deyin.
Bu güne kadar ne olmuş olursa olsun,
Nerede ne kadar büyük yanlışlara düşmüş olsan da,
İnsansın sen ve yanılmış, unutmuş, kanmış olabilirsin,
Fakat senin çok merhametli bir Rabbin var!
Dön ona anlat acziyetini,
Göster samimiyetini,
Karar ver ve kararında sabit kalmayı bil yeter ki!
Kalamazsın diyenlere kanma.
Sözünde durup gidenlere bak sen,
Sınıfta kalanlara değil.
Çıtanı hep yüksek tut!
Her gün az kaldı diyerek yaşa,
Başarmama az kaldı!
Çünkü şaka değil bu söylediğim belki de gerçekten az kaldı!
Sakın azı çokmuş gibi yaşayıp, ömrünü har vurup harman savurma!
Ve şu satır aralarında, sana çok şey anlatamaya çalıştığımı ne olur anla!
Sakın ha kızma bana!
Ben senim, sen de ben!
Hepimiz insan değil miyiz?
Öyleyse ben dostum!
Gitmeden ben, inan bana!
Hatice Dilek Öztürk
- Published in Makalelerim
Becerikli Olunur mu? Doğulur mu?
BECERİKLİ OLUNUR MU, DOĞULUR MU?
Ben Allah’ın adil olduğuna inananlardanım. Öyleyse gelin artık şu mazeretleri bir tarafa bırakalım. Kendimize dürüst olup emrolunduğumuz gibi dosdoğru kalalım.
Ve parolamız: “Mazeret yok”
Olmuyor yapamıyorum…
Aslında inanıyorum ama…
… İzin vermiyor
Bana bir ilham gelse…
Bir dahakine söz…
Üff! Canım istemiyor…
Senin kadar becerikli değilim!
Ben peygamber değilim…
Bana kimse öğretmedi…
Fırsatım yok…
Biliyorum ama…
Çünkü bunların her biri rengârenk yalanlardan… Yalanın rengi olmaz kardeşler, yalan yalandır. Yalanı pembeye, beyaza boyayan şeytandır. Yalansa, simsiyahtır. Kalbi karartır.
Savaşta ve arabulmak kastı ile söylenen müstesna. Fakat bir uyarıda daha bulunmalıyım ki, korkutarak yalana teşvik eden de yalanın günahına ortaktır bilesiniz. Kalbi olana, hakkıyla korkana, Rasûl’ü ciddiye alana; duyurulur.
Neden mazeret yok biliyor musunuz?
Allah kimseye gücünün üstünde yük yüklememiştir de ondan.
İnanmak dille değil, kalple ve eylemle olur. İnandık demekle bırakılıverip cehennemden azad edilemezsiniz. İnandığınızı yaşamazsanız, yaşadığınıza inanmaya başlarsınız der Peygamber!
Yeryüzü Allah’ın ve biz sadece misafirleriz. Öyleyse kimden izin almanız gerektiğini bir kez daha ciddi ciddi düşünmelisiniz. Allah’tan hakkıyla korkanlar öğüt alıp düşünürler. Eğer hâlâ almıyorsanız, Allah’tan hakkıyla korkmuyorsunuz demektir! Ertelemeyin, çünkü erteleyenler tembellik yelkenlisinde, gaflet denizine kucak açmış, sarmaş dolaş, çer çöp misali sürükleniyorlar; nefis, şeytan ve şeytanlaşmış insan üçgeninde.
Canın sahibi bile canı çıksın dediğine göre, sen en iyisi bugünden sonra canını dinleyip de nefsini ilah edinme! Yoksa nankörlerle Nur’a ihanetin bedelini narla ödersin.
Kimseyle yarışmak zorunda değilsin. Sen gizlide ve açıkta O’na yaranmaya bak. Koşamıyorsan yürü, yürüyemiyorsan emekle… Ama bir şeyler yap ki, iki günün bir geçmesin. Sapmış olanın sapması sana zarar vermeyeceğine göre, hep kendini geçesin.
Eğer örnek olmamız gerekmeseydi ve eğer insan olmasaydık, elçi bir insan seçilmezdi.
Kendini “Ben peygamber değilim”lerle kandırma. Kimse sana “Sen peygambersin” demedi! Sadece onun gibi yaşa ki, yarın cennet sancağının altında “Ben de ümmet listesine kayıtlıyım! Bekleyin!” diyebilesin.
Kimsenin öğretmesine gerek yok. Okuma yazman yoksa bir okuyan yazandan öğren, varsa aklını başına topla. Daha 7 yaşında okuma-yazma öğrendin. Yazık değil mi, onca zamandır Kur’ân okumayan ve güle oynaya okula gittiğini sanan sen, ateşe gidiyorsun, akıllansana.
Fırsatlar tren gibidir, ya durakta bekler, zamanı gelince binersin ya da bir ömür trenin geçip gidişini seyredersin. Kalk, artık uyan, yolcusun ama hâlâ yatıyorsun, valizin hazır değil, yola çıkıyorsun!
Bilmek yetseydi eğer, bilip de yaşamayana eşek denmezdi. Öyle ya biliyorum dedikten sonra yaşamadığını söylersen, kendini ele vermiş, şahit tutmuş olursun. Kurumlanma, edeplen. Güzel söze kulak ver, göklerde şereflen.
Hatice Dilek Öztürk
- Published in Makalelerim
Ümidin Bittiği Yerde Küfür Başlar!
ÜMİDİN BİTTİĞİ YERDE KÜFÜR BAŞLAR!
Dünya bu, her şey bitebilir! Paran bitebilir mesela; daha alacak çok şeyin varken!
Sevgin bitebilir, eğer ihanete, vefasızlığa, yalana maruz kalırsan. Kolunda derman kalmayabilir, boşa kürek çektiysen. Ayağının altına muz kabuğu koyup ayağını kaydırabilir, başını yardırabilir dost bildiğin kardeşlerin, soyun, sopun, eşin, çocuğun, ailen, yedi sülalen.
Yani dünya bu, her şey bazen ters gidebilir?
Kim bilir hikmeti nedir? Belki aldığın seni zehirleyecek, sevdiğin öldürecek, kazandıkların, mal varlığın ateş, odun olup seni yakacak.
Uğruna ömür harcadığın yolun boş olduğu sana ölüm anında Azrail tarafından fısıldanacak! Sen yola düş, hikmeti ara! Bulduğunda yapış ona. Sen seni asla terketmeyene çevir yönünü. Ümit ek yürek tarlana ki, iman yeşersin.
Küfür ayrık otudur.
Tarlayı kurutur!
Ömrü çürütür!
Hatice Dilek Öztürk
- Published in Makalelerim