NEFİS-ŞEYTAN-VİCDAN ÜÇGENİNDE İNSAN
İçimizdeki üç ses:
“Hepimiz her an seçim yapmaktayız, farkında olsak da olmasak da hep karar anları yaşadığımız anlar. Bazen sözün bittiği, duyguların kütleştiği, düşüncelerin serseri mayın gibi sağa-sola savrulduğu anlar vardır. Birileri fütursuzca sizin adınıza, sizin yerinize kararlar alıyordur ya da almaya çalışıyordur aklı sıra. Kulağınızı tırmalayan buyurgan bir sesle hükmeder, hükmetmek ister adeta tüm varlığınıza. Siz ise orada öylece seyrederken olan biteni, yüreğinizde fırtınalar koparan anları ilmek ilmek dokursunuz Rahmân’a sunacağınız dilekçenize… İyi ki sen varsın, bilirsin bildiğini unutmazsın, görürsün görmediğini iddia etmezsin, duyarsın hiç çıkmayan, çıkamayan yakarışları bile dudaklardan yahut yüreklerden. Sen korur kollarsın, verir ama istemezsin. Çünkü sen, ihtiyacı, aczi olmayansın. Oysa biz kulların öyle miyiz…”
“Ağzımızı açmaya görelim. Ne kadar da öylesine çıkar kelimeler. Yağmur gibi yağdırırız istediğimizde harfleri fakat yağan kurşun gibi deler yürekleri… Bakışlarımız ezip geçer karşımızdakini. Hani bir sinek olsa karşısındaki, cama yapıştıracakmış gibi… Sesimiz gök gürültüsünü andırır. Saatlerce dinmeyecek bir fırtına eser ortalıkta… Ve savrulur ne varsa etrafa. Tıpkı ağzından yılanlar dökülen masal kahramanı gibi sokar bedeninizi her kelime. Ya sonra… Ağlamaklı bir ses düşer ahizeme, “Artık dayanamıyorum, içim parçalanıyor, kulaklarım yanıyor duyduklarımdan,” “Yıllarımı verdim ben” serzenişleri. Gün geçmez ki bu tür bir telefon almayayım. O an beynimde şimşekler çakar adeta. Bu kadar empati çok mu dersiniz? Bir bilseniz, duysanız insanın insana reva gördüklerini. Hoş bilirsiniz ya benden belki de daha iyisini. Ben yine de söylemeden geçmeyeyim hissettiklerimi. Neyi paylaşamıyoruz bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki hayatı paylaşamadığımız kesin. Tutkular, egolar, hırslarımız, öfkelerimiz, sapkınlık ve taşkınlıklarımız kısaca. Rağmen bir hayat bizimkisi. Kitab’a, Peygamber’e, akla, kalbe inat yaşıyoruz her şeyi. Biliyoruz ama sindirmediğimiz bilgiler yarı yolda, ilk durakta rotadan çıkarıyor bizi. Oysa caydırıcılar tek tek sayılmış İlahî Kelâm’da. Nefsanî arzulara, özellikle kadınlara ve oğullara, altına ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük dünyanın geçici menfaatleri. Değer mi ebedî bir hayatı, ebedî bir hayat arkadaşını, minicik, savunmasız bir yavrunun serçe kuş yüreğini, anneyi, babayı ve kardeşi ezip geçen sığ akılla verilmiş üç kuruşluk bedeller uğruna yorgan yakmaya? Heyhat yakıyoruz. Çünkü biz haddi aştık!
Bırakın kulların hakkını, üzerindeki Rahmân’ın hakkını hiçe sayandan ne beklenir! “Çıkmadık candan umut kesilmez!” demekten başka bir şey gelmiyor aklıma.
“Ne yapmalı ve nasıl yapmalı ki, devam eden hayatın yükü omuzlarımızı çökertmesin. Hemen sol elinizi kaldırıp beş parmağınızı açın göz hizanızda. Sonra sağ elle başlayın tek tek parmaklarınızı saymaya. Bir; “Beni üzen, bana hayatı zindana çeviren bu insanı ben yaratmadım.” İki; “Rızkını ben vermiyorum.” Üç; “Bana hesap vermeyecek.” Dört; “Ben öldürmeyeceğim.” Beş; “Ben diriltmeyeceğim.” Yeterli sanırım bu saydıklarım. “Bugünden sonra kimseye bekçi olmayacağım” diye bir söz verip kapatın elinizi, yürüyün dosdoğru yolunuzda.
Ben, insanda üç tür iç ses olduğuna inanıyorum. İşin en dikkate değer yanı, her üç sesin de bizim sesimiz olduğu yanılgısına kapılmamızdır. Yani içimizdeki benin sesi bunlar. Bir; Fıtrattan gelen “Rahmânî ses.” Yani vicdan dediğimiz, bize daima doğruları fısıldayan ses. İki; vesvese denilen “Şeytanî ses.” Hep kötü ve çirkin işlere davet eden ses. Üç; yaratılışta bize insan olmak hasebiyle verilen, seçme yetkisi olan, iyiye ve kötüye meyledebilen “nefsanî ses.” Nefsimizi eğitir, onu daima iyiye yönlendirirsek, fıtratın sesiyle birleştiğinde şeytanın fısıltısı sadece bir vesvese olarak kalacaktır.
Her şey burada düğümleniyor. Eğer bizler, şeytanın Rahmân’la yaptığı konuşmayı hatırlar ve salih bir kul olursak, şeytanla ancak mücadele edebileceğimizi de biliriz. Çünkü şeytan, “Onların hepsini azdıracağım” derken, “Senin salih kulların müstesna” diye bir kayıt düşmüştür. Onun bize yaklaşma yolları olan dört yolu kapatırsak, bambaşka bir çığır açmış oluruz hayatımızda. O, önden yaklaşıp ahireti uzak gösterirken, bizi gelecek kaygısıyla korkutur. Ardınızdan yaklaşır, geçmişin yüklerini her daim belleğinizde taşıtır. Ne kadar eskiden yaşanmış da olsa, attırmaz yüreklerinizden siz atmaya çalışmaz ve başarma yolları aramazsanız. Sağınızdan yaklaşır ki, kendinizi bir şey sanın ve kibrinizle aldanın. Güzel amellerle övündürüp daha güzelini yapanı görmezden geldirir sinsice. Oysa dünya söz konusu olduğunda nasıl da tersine işletir sistemi ve hep daha lüksünü, daha fazlasını istetir hırslarına esir olana. Ve soldan yaklaşır. Sen bittin, sen mahvoldun, seni artık -ne kul ne Allah- hiç kimse affetmeze inandırır ve umutsuzca batağa daha çok saplanır kalır insan. Yani hep bir mücadele; ya zafer ya hezimettir aslında her aldığımız karar. Çünkü biz iki dünyaya inananlar olarak eğer ahiret öncelikli bir hayatı yudum yudum içmeye talipsek tüm acılara rağmen son güleni oynayabiliriz ve bilin ki ahireti satın almak için mücadele edene Rahmân, dünyayı promosyon olarak sunacaktır.
Hatice Dilek Cengiz