Selam Olsun

1- Kuşlar yem yerken korkup kaçmasınlar diye yolunu değiştirenlere,

2- Elindeki çöpü çöp kutusu bulana kadar elinde gezdirenlere,

3- Tanımadığı insanlara nezaket gösterenlere,

4- Bağışlamayı ve özür dilemeyi bilenlere,

5- Yüzünden tebessümü eksik etmeyenlere,

6- Sürekli kendinden bahsetmeyenlere,

7- Başkalarının adına utananlara,

8- Her şeyi bilmeyenlere,

9- Haddini bilenlere,

10- Her konuda ahkâm kesmeyenlere,

11- Her konuda haklı çıkmaya çalışmayanlara,

12- Ben mi kurtaracağım bu dünyayı demeyenlere,

13- Nerede konuşulacağını bilenlere,

14- Nerede susulacağını bilenlere,

15- Yetimin, öksüzün gözyaşını silenlere,

16- İçindeki fıtrat tohumunu yeşertenlere,

17- Nefsinin değil vicdanının sesini dinleyenlere,

18- İlahi adaletten ayrılmayanlara,

19- Zalime kılıç, mazluma kalkan olanlara,

20- İnsan olarak geldiği dünyadan insan olarak gidenlere,

21- Sevgiyi yayanlara,

22- Hırs ile gözü kör olmayanlara,

23- Özüyle sözüyle bir olanlara,

24- Fakir fukarayı gözetenlere,

25- Fıtrattan sapmayanlara,

26- Hakk ile batılı birbirine karıştırmayanlara,

27- Kimseler değil, “Allah ne der”diyenlere,

28- Ahiret hayatını dünya hayatına değişmeyenlere,

29- İyilik yapmaktan, yaptığı iyiliği gizleyenlere ve iyilik söylemekten bıkmayanlara,

30- Yalnız Hakka boyun eğenlere,

31- Hakkı ve Sabrı tavsiye edenlere,

32- Kulluğu ve şükrü hayatının esasına yerleştirenlere,

33- Gönlü temiz insanlara
SELAM OLSUN…

(Alıntıdır)

Dört Dörtlük Kulluğun Kuralları

Allah merkezli bir yaşamın inşasında sütun ayetler…

Bir… “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim…” (Mü’min, 60)

İki… “Öyle ise beni anın ki ben de sizi anayım…” (Bakara, 152)

Üç… “Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım…” (İbrahim, 7)

Dört… “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder…” (Muhammed, 7)

Şarta bağlanan dört sorumluluk…

Dua… Zikir… Şükür… Yardım…

Evet, dört dörtlük bir kulluğun kurallarını öğreten dörtlü ayet grubu…

Gerektiği gibi hareket ederseniz, hakkını verirseniz, siz, size düşeni yaparsanız gerisi gelecektir. Amaç gerçekleşecektir.
Ama önce,
“Eğer bana dua ederseniz…” (40/60)
“Eğer beni anarsanız…” (2/152)
“Eğer bana şükrederseniz…” (14/7)
“Eğer bana yardım ederseniz..” (47/7)

ALINTIDIR

Kabağın Sahibi Var

Vaktiyle bir derviş berbere gidip:
Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar ve diğer tarafa usturayı vuracakken, mahallenin kabadayısı içeri girer.
Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak:
Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye bağırır.
Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, halktan gelen her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder. Fakat kabadayının tıraş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder derviş ile: ‘Kabak aşağı, kabak yukarı.’
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler. Kabadayı oracıkta feci şekilde can verir.
Berber dervişe bakar, sorar:
Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:
Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki, kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı !..

Ne demiş Yunus Emre;

Olsun be aldırma Yaradan yardır,
Sanmaki zalimin ettiği kârdır.
Mazlumun ahı indirir şâhı,
HERŞEYİN BİR VAKTİ VARDIR,!

ALINTIDIR

Şu İnceliğe Bakarmısınız?

ŞU İNCELİĞE BAKARMISINIZ

ALLAH resulü bir gün camiye giderken yolda ezân ile dalga geçen yahudi çocuklarını duydu. Aralarından birinin sesi çok güzeldi ve o ezânı ağzını eğip bükerek söylüyor diğerleri de ona gülüyordu.

Bizler olsak ne yapardık bu durumda ?

Şiddet, hakaret…?

ALLAH rasulü yolunu değiştirerek çocukların olduğu yöne doğru yavaşça ilerledi.

Yanlarına yaklaştı öncelikle elini kaldırarak selam verdi (bu piskolojide benden size zarar gelmez anlamında)

Ve ” Az önce çok güzel bir ses duydum, o sizden mi geldi ? ” diye sordu.

Şu inceliğe bakar mısınız…

Çocuk güzel ses deyince sevindi tabi hemen öne atıldı evet ben söyledim dedi. Efendimiz ona senin sesin ne kadar güzeldir öyle. Seni su mescide götürsem ordaki amcalara da söyler misin dedi. Çocuğun gururu okşanmıştı mutlu oldu söylerim ama ben ezânı bilmiyorum ki dedi.

– Olsun ben öğretirim sana dedi
ALLAH RASULÜ.

Ve o söyledi çocuk tekrarladı bu şekilde ezberledi. Sonra efendimiz elinden tuttu diğer çocuklar ile birlikte mescide gittiler ve Resul yol boyunca onun saçını okşamıştı.

Mescid’te okuyunca oradaki sahabeler de güzel övgülerde bulundu çocuğa. Kendini çok iyi hissetmişti çocuk. Efendimiz çocuğa yaklaşarak senin sesin çok güzel ben seni Mekke’ye göndersem orada Kâbe’ye müezzinlik yapmak ister misin dedi.

Şu insan kazanma sanatına bakar mısınız…

Çocuk farkında bile olmadan müslüman olacak.

Oralarda Kâbe’de müezzinlik herkesin bildiği bir şey, konuşulan bir şey, çocuk da bunu biliyor, büyük bir şey olduğunu biliyor ve çok hoşuna gidiyor bu durum. Kabul ediyor.

Ve yıllar sonra..

Işte bu çocuk Ebu Mahsure…

Sahabeden, Kâbe müezzinlerinden Ebu Mahsure…

Fakat onun diğer müezzinlerden bir farkı var, saçları çok uzun hatta o kadar uzun ki saçlarını sarıp bir keseye koyuyor o şekilde geziyor. Onu gören ve bu olayın mahiyetini bilmeyenler

-Ya Mahsure bir de müezzinsin neden kesmezsin bu saçlarını bu ne hal diyor.
O böyle diyenlere içleniyor ve diyor ki :
—Nasıl keserim ben bu saçları bu saçlara kim dokundu siz biliyor musunuz benden nasıl kesmemi istersiniz” diyor.

Daha ne denir ki…

Bu olay size bir çok dersi bir arada vermiyor mu ?

Bizler kendi çocuklarımıza bile böyle sabırlı böyle anlayışlı olamıyoruz.

ALLAH Rasulü yapılan hata yı nelere çevirirken bizler hataya hata ile karşılık veriyoruz her seferinde.
Hem de kendi canımızdan olan çocuklarımıza,çocuklara.
Selam ve dua ile…

ALINTIDIR

Hiç Ölmeyecek Gibi Yaşamak

Alıntı

Biz bunlardan biri miyiz? Dikkatle okunması gereken bir yazı.

Sabah markette alışveriş yaparken portakal almaya gittiğimde biri 1.99 TL diğeri 3.99 TL olan iki farklı cins portakal gördüm. Biraz daha kaliteli olduğu için 3.99 olana gittim. Yanımda benimle birlikte aynı portakaldan alan bir adam daha vardı.

Ben bir şey demeden “İçine ettiler memleketin” diye laf attı, cevap vermedim.
“Tarımı bitirdiler, şu fiyatlara bak.” dedi, yine cevap vermedim. “Marketler de şerefsiz, belediye satış yapmaya başlayınca hemen fiyatları düşürdüler” dedi, tebessüm ettim sadece.

Sonra birlikte kasaya doğru ilerledik. Kasadaki hanım, portalalı tartarken 1.99’luk olandan mı yoksa 3.99’luk olandan mı aldığını sordu. Adam pahalı olandan almasına rağmen 1.99 olandan aldım dedi.

Belki yanlışlıkla söylemiştir diye bekledim ama düzeltmedi. Beyefendi yanlış hatırlıyor herhalde, 3.99 olandan aldı dedim. Kıpkırmızı oldu.

Aldığı alacağı 2 kilo portakalda yapacağı sahtekarlıkla edeceği en fazla 4 lirayı kâr saydı zavallı. Belki de ne zorluklarla kazandığı paraya, kim bilir kaç kere böyle ufak ufak haramlar kattı.

Daha sonra otobüse bindim, adamın biri akbil bastı, yetersiz bakiye uyarısı verdi. Hiçbir şey demeden cüzdanından 5 lira çıkardı, şöföre verdi. O da hiçbir şey demeden para üstünü verdi. Şöförün kendi akbilini çıkarıp basmasını bekledim, yapmadı.

Belki unutmuştur diye 2-3 dakika sonra hatırlatmak için “Akbil basmadınız” dedim. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıp “Niye?” dedi. “Otobüs ücreti aldınız az önce” dedim, “Eee?” dedi. “Onun içinde belediyenin alması gereken pay da var” dedim, “Akşama kadar direksiyon sallıyorum ben burda, bir de senle uğraşmayayım. Git işine” dedi.

Birkaç kuruşluk paraya, milyonlarca kişinin hakkına girme pahasına tamah etti zavallı. Akşama kadar İstanbul trafiğinde debelenerek kazandığı paraya kim bilir kaç kere böyle ufak ufak haramlar kattı.

Hakka girmek illa maddi bir şeyi çalmakla olmuyor. Metrodayım, yanımda ayakta duran hanımın hemen önündeki koltuk boşaldı. Kadın oturmak için yere koyduğu poşetleri alırken 2-3 metre ötedeki bir adam fırladı ve koltuğa oturdu. Kadıncağız elinde poşetle kalakaldı.

Dayanamayıp “Hanımefendi oturacaktı oraya” diye müdahale ettim, “e oturmadı” dedi. “Fırsat vermedinizki” deyince kadın uzatmamak için “Tamam oturmayacağım önemli değil” dedi.

Belki de 10 dakika sonra kalkacağı koltuğa, sırf feysbuktaki komik videoları daha rahat seyretmek için tamah etti zavallı.

Bu hadiseleri gördükçe sebze meyve fiyatlarını manipüle eden komisyoncuları, stokçuları; 5 katlık ruhsat alıp 8 kat bina yapan müteahhiti; binanın kolonları kesildiği halde avantasını aldığı için göz yuman belediye denetçisini garipsemiyorum. Herkes kendi imkanınca bir şeylere tamah ediyor. Herkes imkanı elverdiğince zavallı…

Tepeden tırnağa her kademede, dünyalık şeylere tamah eden bir yozlaşma var. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyevi çıkar odaklı bir anlayış hakim.

Halbuki öleceğiz be abi. Belki 1 dakika sonra belki de en fazla 40 sene sonra bu dünyada olmayacağız ve insanı bu dünyada da ahirette de zavallı konumuna düşüren şeylerin hiçbirini yanımızda götüremeyeceğiz.

Bazen herkesin şikayet ettiği sorunlara, büyük büyük çözüm önerileri, acil eylem planları yapıldığını görüyorum. Bazısı çok mantıklı geliyor. Ama ölümü unuttuktan sonra hepsi pansuman nispetinde. Çünkü hiç ölmeyecek gibi dünyalık şeylere tamah eden toplum, en mükemmel yapısal düzenlemeler yapılsa dahi bir açık bulur.

Biz de Patates pahalı diye daha çoook ağlarız..

Erdem Sezer

Alıntıdır

Pırasa Duası

Alıntıdır

PIRASA DUASI
İki binli yılların başlarıydı. Eşimle birlikte Kazakistan’ın Çimkent şehrinde önceleri göl olan, suları çekildikten sonra da halk pazarı olarak kullanılan Ozera’ya gitmiştik. Ozera Rusçada göl anlamına geliyordu. Çimkent’in en büyük pazarlarından biriydi. Kış mevsimi olduğundan pazarda sınırlı sayıda meyve ve sebze vardı.
Tezgahların üzerinde bol bol lahana, turp ve havuç göze çarpıyordu.

Kazakistan’da erkek nüfus az olduğundan tezgahtarların birçoğunda orta yaşlı Kazak veya Özbek kadınlar vardı. Biz onlara Türkçe abla manasına gelen “apay” diye hitap ederdik. Havanın soğuğu içimize işliyordu. Bu sebeple hızlıca evin ihtiyacı olan birkaç sebzeyi, gözüme kestirdiğim tezgahlardan aldım. Elimizdeki poşetlerle pazardan çıkmaya hazırlanıyorduk ki eşimin gözüne bir tezgâhın arkasında kâğıda sarılmış bir şey ilişti. Sevinçle gözlerimin içine bakarak “gördün mü pırasa” dedi. “İyi de kazaklar pırasa yemez ki dedim “Gerçekten de Kazakistan’da pırasa hiç yenilmiyordu. Neden yemediklerini sorduğumuzda bunları insanların yemediğini, hayvanlara yedirdiklerini söylüyorlardı. Biraz mahcup bir şekilde sorduğumuza soracağımıza pişman oluyorduk😊
O halde bu pırasalar buraya nereden gelmişti. Biraz daha emin olmak için tezgâhın etrafında dolanmaya başladık. Evet, gerçekten kağıtlara sarılmış uzun uzun pırasalar tezgâhın arkasında bize gülümsüyordu. Gerçi ben pırasa yemeğini pek iştahla yiyen biri değilim ama yine de bulunmayınca kıymete biniyor işte. Satıcı apaya tezgâhın arkasındaki pırasadan iki kilo vermesini söyledim. Şaşırmış bir edayla” Siz Türkler pırasa yer misiniz? “dedi. Konuşmasından tezgâhtar ablanın Kazak değil Özbek olduğunu anlamıştım. Meğer Özbekler pırasayı çok severlermiş, Kazaklar satın almadığı için de kendilerine yetecek kadar alıp eve götürüyorlarmış. Satıcı apay: “Bu satmak için değil, aslında biz bunu pazara getirmeyiz fakat Özbekistan’dan bir arkadaşım geldi. Benim için özel getirmiş “dedi. Anlaşılan elindeki pırasayı vermeye pek niyeti yoktu. Ufak bir pazarlıktan sonra apaydan iki kilo pırasa almayı başardık. Ardından bol bol da limon alıp, eldivenin içinde buz gibi olan parmaklarımızı poşetlerin arasına geçirip hızlıca evin yolunu tuttuk.

Akşam olduğunda pırasa yemeğimiz hazır olmuş, üzerine limonlar sıkılmış, masaya konulmuştu. Eşim bizimle beraber Türkiye’den gelen yan komşuya da ikram etmem için elime bir tabak pırasa yemeğini tutuşturdu. İçimden “bu kadınlar da bir acayip, pırasanın da ikramımı olurmuş” diyordum ki hanım sanki iç sesimi duymuş gibi “götür götür buralarda pırasayı özlemişlerdir” dedi. Komşunun kapısını çaldım. Arkadaşım kapıyı açtı. Ben de “Buralarda bulunmaz bilirsin, hanım pırasa yemeği yapmış, sıcak sıcak afiyetle yiyin “dedim. Anlaşılan arkadaşımın da pırasa ile pek arası yoktu ama beni kırmamak için teşekkür ederek nazikçe tabağı elimden aldı.

Hikâyenin bundan sonrasını ve beni sarsan kısmını komşumdan dinledim. Tahmin ettiğim gibi onunda pırasa ile hiç arası yokmuş. Pırasayı masanın üzerine koyup bir şeyler almak için çıkmış. Bakkaldan döndüğünde hamile eşini göz yaşları içerinde pırasa yerken görmüş. Eşi hem ağlıyor hem yemek yiyor hem de “sana şükürler olsun Allah’ım” diyormuş. Arkadaşım eşinin bu durumuna oldukça şaşarmış ve neler olup bittiğini anlamak için eşine sormuş. Nice vakit sonra kendine gelen eşi anlatmaya başlamış: “Biliyorsun hamileyim. Günlerdir canım pırasa çekiyor ve sana söyleyemiyorum. Çünkü biliyorum ki Kazakistan pazarlarında pırasa bulamayacaksın. Türkiye’den buraya pırasa istemekte çok komik olur. Onun için sustum söyleyemedim. Ama bugün sabah namazında canım o kadar çok pırasa çekti ki dayanamadım. Ellerimi açtım ve Allah’a ‘Ya Rabbi ben kimseden pırasa isteyemiyorum. Sesimi ancak sen duyarsın, derdimi ancak sen bilirsin, Eşimi de zor durumda bırakmak istemiyorum. Ne olur bana yardım et. Yalnız senden yardım isterim ’ diye dua ettim. Akşam eve geldiğimde masanın üzerinde bir tabak sıcak pırasa yemeğini hazır buldum. Rabbime ne kadar hamd etsem az.” Arkadaşım gülmüş sen de kendini Meryem (a.s) mı sandın. Komşu pişirip getirmiş, ben de masanın üzerine koymuştum demiş.

Arkadaşım gelip durumu bana anlatınca gerçekten çok etkilendim. Elbette Rabbimizin dualara icabet ettiğine inancım tamdı. Lakin bu olay benim imanımın daha da artmasına vesile olmuştu. Düşünseniz ya dünyanın bir köşesinde evinin içinde bir kadın, bütün samimiyetiyle Rabbinden çok basit bir ikram istiyor ve Rabbimiz onun arzusunu aynı gün içinde yerine getiriyor. Bizi de bu ikram için vesile kılıyor. İşte bu tür deneyimler, Rabbimizin inanan kullarına dünyadaki ikramlarıdır. Ahiretteki ikram ise kat kat fazlası olacaktır. Bu deneyimler sarsılmaz imanın enerji kaynaklarıdır. Nasipsizler ise bu deneyimlerden habersiz süslü laflarla o vadiden o vadiye dolanır dururlar.

Velhasılı kelam, bir kısım nasipsizlerin hiç pırasa duası benzeri deneyimi olmamış ki yağmur duasını idrak edebilsinler.

Bülent Uğur Koca
13.12.2020

Dar Kafalılıktan Bıktım!

DAR KAFALILIKTAN BIKTIM

1958 yılında ABD’de bir öğretmen dergisinde Alexander Calandra imzalı bir yazı yayınlanır.

Bir fizik hocası ile öğrencisi sınav sorusuna verilen cevap hakkında anlaşmazlığa düşerler ve tecrübeli öğretmen
Calandra’nın hakemliğine başvururlar.

Soru şöyledir:
“Bir binanın yüksekliğini bir barometrenin yardımı ile nasıl bulursunuz?”

Öğrenci de bu soruya cevaben:
“Barometreye bir ip bağlar, binanın çatısından aşağı sarkıtır ve barometrenin yere değdiği noktada ipi ölçerim” yazar.
Tabii ki öğretmenin beklediği yanıt bu olmasa da binanın yüksekliğinin bu yöntemle ölçülebilirliği de ortadadır.

Calandra tartışmayı uzatmamak için öğrenciden hemen o anda bu soruyu başka bir yanıt ile cevaplamasını ister.

Öğrenci bu kez:
“Ama bir tek yanıt yok ki, pek çok yöntem var” diye cevap verir.

Calandra “Peki” der. “Düşünebildiğin kadar yanıt ver o zaman. Ama mümkünse cevapların en az birinden fizik çalışmış olduğunu anlayalım.

Öğrencinin ilk cevabı şöyle olur:
“Barometreyi çatıdan aşağı bırakırsınız ve bir kronometre ile kaç salisede yere çarptığını hesaplayıp x=0.5*a*t^^2 formülü ile yüksekliği bulursunuz.”

Beklenen cevap bu olmasa da cevap fizik bilgisi içermektedir.
Öğrenci cevaplarını sıralamayı sürdürür:
“Güneşli bir günde barometreyi dik tutup gölgesini ölçersiniz ve sonra da binanın gölgesini ölçüp orantıyı barometrenin yüksekliği ile çarparsınız”
Bu cevap da doğrudur

Öğrencinin üçüncü cevabı da şu olur:
“Merdivenleri çıkarken duvar boyunca barometrenin yüksekliğini defalarca işaretleyerek çıkar ve işaret sayısı ile barometrenin yüksekliğini çarparsınız”

Bu da doğrudur elbette ama dördüncü cevap öğretmenlerin küçük dillerini yutmalarına neden olur; çünkü yanıttan öğrencinin fiziği çok iyi bildiği anlaşılmaktadır:
“Küçük bir ipe bağladığınız barometreyi önce yerde sonra da çatıda sallar ipin uzunluğu ve sallanma periyodları arasındaki farklarla Newton’un g katsayısını hesaplar iki g katsayısı arasındaki farktan binanın yüksekliğini hesaplayabileceğiniz oranı bulursunuz”

Söylenecek bir şey kalmamıştır, öğrencinin sınıfı geçtiği açıktır.
Öğrenci yarattığı etki ile gülümser ve der ki:
“Ama bence yapılacak en doğru şey kapıcıya gidip barometreyi hediye edip karşılığında binanın yüksekliğini söylemesini istemekten ibarettir.”
Hep beraber gülmeye başladılar.

Calandra hayranlıkla sorar öğrenciye:
“Peki, öğretmeninin senden beklediği cevabı da biliyor musun?”
Öğrenci alaylı bakışlarla cevap verir:
“Evet, çatıda ve yerde hava basıncını ölçerek aradaki farktan hesaplamamız gerekiyor yazmamı bekliyordu”

Calandra merakla şu soruyu sorar:
“Peki madem istenilen cevabı biliyordun, neden yazmadın? “

Öğrenci omuzlarını silkerek şöyle der:
“Çünkü dar kafalılıktan bıktım!”

Yaşamı tek bilinmeyenli bir denklem gibi ele almak, altı boş, kulağa hoş sloganlarla konuşup, zamana göre kendini geliştirmeyen, saplantı slogan hükümlere göre yaşamak ve mevzi alıp dayatmaya çalışmak kolaycılığı hiç kimseyi ve de toplumları bir yere götürmez.

Yaşamda soruların pek çoğunun tek bir cevabı yoktur.

ALINTIDIR…

Şimdi Düşünme Vaktidir!!!

ŞİMDİ DÜŞÜNME VAKTİDİR…!!!

Hz. Nuh’un eşi gibi Peygamber hanımımın cehenneme gidebildiği.
Hz. Asiye gibi Firavun hanımının cennete gidebildiği.
Hz. Adem’in oğlu gibi bir Peygamber çocuğunun bile katil olabildiği,
Firavun sihirbazlarının ise şehit olabildiği bir dünyada imtihan oluyoruz.
Müslümanlar bozuk para harcar gibi insan ve Müslüman harcıyorlar. Hiç birbirlerine acımıyorlar. Kimsenin kimseye tahammülü ve merhameti kalmamıştır -Bırakın hata edene ikinci bir fırsat verilmesini insanın hata etmesine bile fırsat verilmeden üstünün çizildiği ve harcandığı bir mekânda ve zamanda Müslümana kıymet verildiğinden bahsedilemez.
Nuh Aleyhisselam kâfir olan oğlunu evlatlıktan çıkarmamış.
Lut Aleyhisselam kâfir eşini boşamamış.
Yusuf Aleyhisselam kendisine ihanet eden kardeşlerini reddetmemiş.
Peygamber Aleyhisselam amcasını öldüren Vahşi’yi dinden çıkarmamış.
Rasûlüllah (sav), Halid b. Velid’in Beni Cezime kalbilesine karşı yaptığı yanlıştan dolayı Halid b. Velid (R.a.)’den değil, onun yanlışından Allah’a sığınmıştır.

Her hatalı Müslümanı kâfirlerden sayarsak veya Müslüman hata işledi diye kâfirleri Müslümanlara tercih edersek vay bizim halimize.
Şayet sadece hatasız olanların nasihat etmeleri istenseydi bu ümmet adına kimse konuşamazdı. “Bir çiçeğe fazla su verirseniz çürür. İnsana değerinden fazla değer verirsen kudurur!”
Hayatta kibirlenmeye, böbürlenmeye gerek yoktur. Kocaman balonları bir iğne söndürür. Kibirli olanlar değil, mütevazı olanlar Allah yolunda yürür.

İbrahim Akar Hoca ‘dan Alıntıdır.

Sizin Kahramanınız Kim?

Benim kahramanlarım, gerçek hayattan kopuk, bir vakfa, bir büroya, bir dergâha, bir üniversite odasına, bir konferans salonuna, bir gazete köşesine hapsolmayan, şişirilmiş değil, hormonlu değil, Çin malı da değil, sosyal medya kahramanı da değil, doğal ve sahici, hayatın tam ortasında, gerçek sorunlarla boğuşan ve bütün zorluklara rağmen Müslüman’ca kalma, Müslüman’ca yaşama ve Müslüman’ca ölme mücadelesi veren sıradan insanlardır…

Benim kahramanlarım, ekonomik zorlukların arttığı, kul hakkının önemsenmediği, helal kazancın öncelik olmaktan çıktığı, faizin hemen hemen her eve girdiği bir zamanda, her şeye rağmen harama karşı direnen, bir asgari ücretle ailesini geçindirip, harama, faize, kul hakkına bulaşmadan, çocuklarının boğazından haram lokma geçirmeden, kimseye eyvallah etmeden bu dünyadan izzeti ve onuruyla geçip giden isimsiz babalardır…

Çünkü Efendimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Cennetlikler, ailesi çoluk çocuğu kalabalık olduğu halde haram kazançtan (faiz, rüşvet, hırsızlık, kul hakkı, haksız kazanç vb.) sakınan ve kimseye minnet etmeyen adamlardır.” (Müslim). “Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği ve fakat bir konu hakkında şöyle olacak diye yemin etseler, Allah’ın yeminlerini boşa çıkarmayacağı kimselerdir.” (Buhari)

Benim kahramanlarım, İstanbul Sözleşmesi’ne, cinsiyet eşitliği projesine, AB uyum yasalarına, sigortalı anneler işe çocuklar kreşe projesine, yanlış aile politikalarına, haksız nafaka yasalarına, boşanmayı ve aldatmayı teşvik eden dizi ve filmlere, bir tufan gibi her tarafı kaplayan feminizm rüzgarına rağmen, ailesine, eşine, çoluk çocuğuna sahip çıkan, yuvasını ayakta tutmaya çalışan ve her şeye rağmen direnen, kimsenin bilmediği ve tanımadığı annelerdir…

Benim kahramanlarım, anlayışsız bir eş, anlayışsız bir anne, anlayışsız bir kaynana ve kayınbaba arasında sıkışıp kalmasına rağmen hiçbirinin gönlünü kırmadan hem evliliğini yürütmek hem de akrabalık ilişkilerini sürdürmek için direnen kadın ve erkeklerdir…

Benim kahramanlarım, dünyevileşmenin zirve yaptığı bir zamanda kızına talip olan damat adayına işinden, sigortasından, maaşından, annesiyle oturup oturmayacağından önce Allah korkusunu, ahlakını ve ibadet bilincini soran baba ve annelerdir.

Benim kahramanlarım, evleneceği erkeği pahalı gelinliklerle, gereksiz alışverişlerle, dudak uçuklatan düğün salonu ve düğün masraflarıyla ağır borç yükleri altına sokmayan, lüksten, israftan ve şatafattan uzak sade düğünleri tercih eden genç kızlardır. Kaynanasına annesi gibi davranan, gelinine kızı gibi davranan güzel ahlaklı hanımefendilerdir.

Benim kahramanlarım, ahlaksızlığın, sapkınlığın, haramın normalleştiği, nikâhsız ilişkilerin seviyeli birliktelik olarak sunulduğu, zinanın kolaylaştırılıp evliliğin ise zorlaştırıldığı, flört adı altında kız ve erkek arkadaş edinmeyenin garip karşılandığı, her türlü sapkınlığı işleyenlerin gençlere ilham kaynağı olarak sunulup örnek gösterildiği bir zamanda iffetiyle, namusuyla yaşamaya çalışan ve ahlaksızlığa bulaşmamak için direnen sıradan gençlerdir…

Benim kahramanlarım, bulunduğu makamda her türlü güç ve yetkiye sahip olmasına rağmen kibirlenmeyen, kimseyi ezmeyen ve zulmetmeyen, değerlerinden taviz vermeyen ve kendini kaybetmeyen bürokratlardır. İşçisinin hakkını alınteri kurumadan veren patronlardır. Her türlü zorluğa rağmen işini faizsiz çevirmeye çalışan esnaflardır.

Benim kahramanlarım, faizin bir dünya gerçeği kabul edilip, evlerimize, arabalarımıza, düğünlerimize, hac, umre ve kurban gibi ibadetlerimize bile bulaştırılmaya çalışıldığı bir zamanda faizsiz bir dünya idealini kaybetmeyen ve her türlü politik dengeye, uluslararası dostluklara ve stratejik ittifaklara rağmen, “Reel politiğin de canı cehenneme yaşasın İslam Birliği” diye haykıran yiğitlerdir…

Kaynak; Abdülaziz Kıranşal’ın 15 Aralık 2019 tarihinde Milli Gazete’de Yayınlanan ”Benim Kahramanlarım” adlı makalesinden alınmıştır.

www.suffagah.com adresinden alıntıdır.

Riyakarların Alametleri

Hz. Ali (r.a.) diyor ki:

“Riyâkâr ( gösterişe düşkün) kimsenin dört alameti vardır:

1. Yalnız iken tembellik eder.
2. İnsanlarla birlikteyken gayretlidir.
3. İnsanlar tarafından övüldüğünde ameli arttırır.
4. İnsanlar tarafından eleştirildiğinde ameli azaltır.”